İstanbul Fringe Festivali: Zeynep Uğur ile Festival ve Ekip Üzerine Derinlemesine Bir Sohbet

İstanbul Fringe Festivali’nin bu yılki heyecanı, festivalin Kültür Politikaları Direktörü Zeynep Uğur ile gerçekleştirdiğimiz bu keyifli ve içten röportajla daha da anlam kazandı. İstanbul ve Paris’teki kültürel dinamiklerden festivalin yaratıcı sürecine, Zeynep Hanım, sanatın nasıl bir köprü işlevi gördüğünü bizlere derinlemesine anlattı.

Merhabalar Zeynep Hanım,
Öncelikle çok teşekkür ederim, bize zaman ayırdığınız için.
Sohbete başlamadan önce, sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz?
Kültür politikaları alanında çalışmaya nasıl başladınız, bu alana olan ilginiz nasıl gelişti?

Merhaba, ben teşekkür ederim. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm. Liseden itibaren okul kulüplerinde tiyatro yapmaya başladım. Bu sırada şehirde olup biten hem tiyatro diğer kültür sanat etkinliklerinin sıkı bir takipçisiydim.

2010’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümüne girdim, ilk işim de Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’na üye olmak oldu. O dönem hepimiz başka bölümlerde okuyorduk; ama sanki tiyatro okuyormuş gibi bir üniversite hayatı geçirdik. Hem büyük bir merak ve ciddiyetle tiyatro yapıyorduk; hem de 2010lar İstanbul’un kültür sanat hayatının çok dinamik ve üniversite öğrencileri için de gayet erişilebilir olduğu bir dönemdi. Buralardan çok beslendim. Zaten Istanbul Fringe Festival’in kurucu ekibi de bu topluluktan devam ettirdiğimiz arkadaş grubumuzdan çıktı. Özel bir dönemdi; sanırım aynı büyük arkadaş grubumuzdan pek çok kişi bugün tiyatro ve sinema alanında önemli işler yapıyor.

2014’te üniversiteyi bitirip Paris Sosyal Bilimler Yüksek Enstitüsü (EHESS)’te Siyasal Çalışmalar alanında yüksek lisans yapmaya gittim. Aynı bölümde doktora yapmaya devam ettim. Şu an sonlarına geldiğim tezimde 2000’lerden itibaren Türkiye’de kamusal alanda kültürün dönüşümünü tiyatro üzerinden inceliyorum. 10 yıldır Paris’te yaşıyorum ve tabii şehrin kültür sanat yaşamını yakından takip ediyorum. İnsan ister istemez İstanbul’la karşılaştırıyor. Paris’teki hayatım bana İstanbul’da neler yapılabileceğine dair çok ilham verdi.

Paris’te tezimle ilgili çalışmalar yaparken İstanbul’da sosyal bilimlerle tiyatro arasında köprü kurabileceğim bir proje yapma isteği aklıma düşmüştü. Bir yandan saha çalışmamı yaparken de İstanbul’un tiyatro alanını derinlemesine inceleme, bağlantı kurma ve olasılıkları görme fırsatım olmuştu. Tam ben nasıl bir şey yapsam diye düşünürken GSÜTT’den yakın arkadaşım Emre Yıldızlar’la konuşuk. Bana “İstanbul’da Fringe yapıyoruz, sen de bu işin içindesin!” dedi. Tam benim aradığım kıvılcım buymuş. Benim akademik altyapım ve İstanbul’un tiyatro alanına dair saha çalışmam Fringe’in İstanbul’da olması ne demek, biz bundan ne anlıyoruz, nasıl bir misyon üstleniyoruz, tiyatro alanıyla nasıl bağ kurarız, şehirle nasıl ilişkileniriz gibi soruları sorup bunun çerçevesini çizen insan olmamı sağladı.

Daha sonra da üyesi olduğumuz European Festivals Association gibi uluslararası kurumların kültür politikası programları ve tartışmalarına katılarak, Türkiye’den bağımsız kültür ve sanat girişimleriyle birlikte politika üretmek üzere bir araya gelerek bu alana eğilmiş oldum. 2021’den beri de Paris Nanterre Üniversitesi Cultural and Intercultural Mediation (Bu çok Fransız bir konsept olduğu için bence hiçbir Türkçe çeviri tam karşılamıyor) yüksek lisans bölümünde kültürel ve kültürlerarası proje yaratımı ve yönetimi üzerine teorik ve pratik dersler veriyorum.

İstanbul Fringe Festivali’ne gelirsek, öncelikle ayın festival başlıyor, bu festivalin hem yerel hem de uluslararası alanda sanatçı ve izleyiciler için çok önemli bir platform sağladığını biliyoruz. Bu süreçte festivalin kültür politikası açısından nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz? Hazırlık süreci nasıldı?
Fringe gibi yenilikçi bir festivalin bir parçası olmak, ekipten olmak nasıl bir deneyim?

Teşekkürler, bunları duymak bizi çok mutlu ediyor. 5. Yılımızda Türkiye’de Fringe’in ne olduğunu anlatmak için Edinburg kökenini anlatmayı bırakıp bizim kendi Fringe tanımımıza yoğunlaştık. Fransız felsefeci Claire Marin’in “Être à sa place” adlı kitabını okurken tam aradığım tanıma rastladım. Fringe’in kökü latince “Fringere” içinde bulunduğumuz bir şeyi dışarıya doğru açmak, bir yandan da dışarının içeriye girmesine izin vermek anlamına geliyor. Alan açmak, ışığın içeriye girebileceği bir çatlak yaratmak. Ben bizim yaptığımız işi tam da böyle görüyorum. Giderek kendi üzerine kapanan, etrafından kopan, renklerini kaybeden, tektipleşen bir dünyada neşeye, farklılığa, çeşitliliğe, sanatsal ifadeye, deneme cüretine alan açmak. Bu süreçte bazı camdan tavanlarda çatlaklar açmak için bazen birinin dokunmasının yeterli olabildiğini gördük.

By Roger Green – Scan of original item

Kültür politikaları açısından ana akım kurumlarla alternatif, hatta underground mekanlar arasında bir geçişkenlik yaratmak konusunda önemli bir rol üstlendiğini söyleyebilirim. Farklı aktörleri bir araya toplayıp hayal ettiğimiz festivaller, şehir, kültür politikaları üzerine konuşmaya ve üretmeye verdiğimiz önemin de bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Her yıl yürüttüğümüz katılımcı anketlerimizde festivalin çağrıştırdığı kelimeler “keşif”, “özgünlük”, “yenilik” olarak öne çıkıyor. Yaratıcılığın yolu denemekten geçiyor, özellikle İstanbul gibi genç nüfuslu dinamik bir şehirde bu deneme, farklı olma ve kendini ifade etme cesaretini gençlere veriyor olmak çok önemli. Yine gençler için erişilebilir bilet fiyatları çok talep görmesi, genç ve sadık bir festival komünitesi yaratması nedeniyle iyi bir örnek. Yürüttüğümüz toplumsal etki odaklı projelerle de kamusal alanda pek fazla konuşulmayan konulara görünürlük sağlıyoruz; kültüre erişiminin önünde engeller olan gruplara ulaşabiliyoruz.

Zeynep Uğur-Emre Yıldızlar (Foto: Berker Mehmet Korkmaz)

Fringe bizim en önce bir arkadaş grubu olarak tutku projemiz. Beraber oyun oyun oynamaya devam etme isteğimizin bir ürünü. Hayalimizin tanımadığımız insanlar tarafından sahiplenilmesi ve çoğalması bizim için çok mutluluk verici. Sanırım bizim için tiyatro topluluğu kökenimizden ötürü merkezde hep ekip olmak var. Sadece iş yapmıyoruz, çok yakın arkadaşız ve bayılıyoruz birlikte oyun oynayıp eğlenmeye. Ekipteki herkes için bunu söyleyebilirim, festivalde en çok biz çalışır en çok biz eğleniriz.

En büyük kriz anlarında biri bir şaka yapar, biri müzik açar herkes dans etmeye başlar, güler rahatlar çözeriz. Ben en büyük gücü bu ekip olma halinden ve arkadaşlıktan alıyorum, sanırım ekip arkadaşlarım da benzer şeyler söyler. Her sene sanatçı ve gönüllüler de genellikle aynı dalga boyunda buluştuğumuz insanlar oluyor. İşe öncelik veren, eğlenmeyi seven, kendini aşırı ciddiye almaktan kaçınan ve eşitlikçi ilişki kurmaya önem veren duruşumuz bir karşılık buluyor gibi geliyor.

Bu yılki festivalin ana teması ya da vermek istediği belirli bir mesaj var mı?
Festivalde bizi hangi sürprizler bekliyor, sanatseverlere ne gibi deneyimler sunmayı hedefliyorsunuz?

Biz her yıl bir ana tema ya da mesaj belirlemiyoruz. Hep kısıtlayıcı olmaktan çekindik bu kadar farklı ifade biçimine ve konuya alan açan bir festival olarak. Yalnız performanslara baktığımızda çok günceli yakalayan taze işler oldukları için ortak temalar mutlaka çıkıyor. Bu sene pandemiden itibaren önce çok karanlık bir süreçten geçtikten sonra karanlık meselelere mizahla yaklaşmanın öne çıktığını gördük. Decadance Co’nun gösterisi 11th Hour yasa ve ölüme çok eğlenceli bir yerden bakan bir iş mesela.

The How Theater’ın UnTethered’ında da sanatçı kendi obsesif kompülsif bozukluk teşhisini epey mizahi bir yerden anlatıyor. The Flood yine otobiyografik, ergenlik çağında yaşanan taciz gibi çok travmatik bir gerçekliği yumuşak ve komik bir biçimde işliyor.

Festival olarak vermek istediğimiz bir mesaj varsa o da temelde özgünlüğü, denemeyi, cesaret etmeyi yüreklendirmek diyebiliriz belki.

Her yıl mekanlarımızı genişletiyoruz. Uzun zamandır severek çalıştığımız Akbank Sanat, Arter, Barış Manço Kültür Merkezi, BeReZe Gösteri Evi, DasDas, ÇAK Studio, ENKA Oditoryumu, Hope Alkazar, Kadıköy Belediyesi Alan Kadıköy’ün yanında bu yıl BOVA Beyoğlu, CoBAC Workspace, Eksibir, İstos, Öktem Aykut, Sahne Kadir Has, sbcs Studio ve Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi eklendi.

Küratöryel süreç oldukça merak uyandırıcı bir konu. Performanslar, atölyeler ve söyleşiler gibi birbirinden farklı etkinlikleri seçerken nasıl bir yol izliyorsunuz? Yerel ve uluslararası sanatçılar arasında nasıl bir denge sağlıyorsunuz?

Her yıl bir açık çağrı yayınlıyoruz, başvuran işler danışma kurulumuz tarafından değerlendiriliyor. Disiplin, coğrafi dağılım, teknik ve mekânsal açıdan yapılabilirlik gibi kriterler de dikkate alınarak bir program oluşturuluyor. Bir yandan da giderek daha yoğun bir şekilde uluslararası festivallere davet ediliyoruz. Buralardan seçip getirdiğimiz işler oluyor.  Uluslararası projelerle ortak yaratım projeleri de yapıyoruz. “Dünya Maskara” bu şekilde Rodos ve Girit’le bir iş birliğiyle EFFEA Emerging Artist Fund kapsamında gerçekleştirdiğimiz bir proje mesela. ABD Başkonsolosluğu’nun desteğiyle daha önce festivalde iki kere ağırladığımız Becca Hoback’la bir proje yaptık. Hope Alkazar’da Türkiye’den katılımcılarla yürüteceği bir atölye sürecinden sonra work in progress bir gösterim yapacak.

Gelen sanatçılardan böyle bir pratikleri varsa mümkün mertebe atölye vermelerini istiyoruz. Katılımcıların seyrettikleri oyunun yaratıcısıyla atölye yapmaları çok sevilen bir süreç oluyor. Ayrıca atölye başvuruları da alıyoruz. Söyleşi ve panelleri genellikle gösteri programı belli olunca çıkan ortak temalarda buluşan sanatçılarla ve sektörleşmeye yönelik toplantılarla gerçekleştiriyorduk. Bu seneden itibaren daha geniş bir kapsamda “buluşmalar” olarak yeniden şekillendirdik. İlerde daha farklı bir araya gelmelerimiz olacak.

Bizde yabancı işler daha ağırlıkta oluyor. Bu özel bir tercih değil aslında, açık çağrıda her zaman daha fazla yabancı başvuru oluyor. Bir de tabii festivalin çıkış noktası da yurtdışından deneysel işler yapan sanatçıların işlerini Türkiye’ye getirmekti. Türkiye’den işlerde görünürlüğe ihtiyaç duyan işlere öncelik veriyoruz. Zaten İstanbul’da çoğu sahnede oynayıp ünlenen gösterilerin festival programında yer alması pek anlamlı değilmiş gibi geliyor. Türkiye’den başvurular her yıl artıyor. Özellikle daha amatör ve kariyerinin başındaki grupların her sene cesaretlenip daha çok başvurduğunu gözlemliyoruz ve çok mutluyuz bu durumdan.

İstanbul gibi çok kültürlü bir şehirde bu tür festivallerin farklı sanatçıların birbirinden etkilenmesi ve yeni sanatsal zenginlikler yaratması açısından nasıl bir önemi var sizce?

Yaratıcılığın ilhama ihtiyacı var. Sürekli aynı insanlarla aynı mekanda aynı şeyleri konuşmak insanı çok körelten bir şey. Farklı bir şeyler izlemek mutlaka yaratıcılığı tetikliyor. Atölyelere katılmak da öyle. Festival süresince dünyanın pek çok farklı yerinden sanatçı bir arada bulunuyor. Katılımcılar onlarla atölye, parti gibi etkinliklerde beraber çalışma ve sosyalleşme fırsatı buluyor. Bu da yeni bağlar kurulması ve açılma demek. Aynı zamanda uzun soluklu anlamlı bir kültürlerarası etkileşim fırsatı doğuyor. Becca Hoback Fringe’e geldikten sonra Ordu’da bir sanatçı rezidansı yaptı mesela, Ordu’dan arkadaşları var festivale davet ettiği. Festivali takip edenlerin Fringe sanatçılarıyla iletişimde kaldığını duyuyoruz.

Fringe Festivali’nin izleyici kitlesi üzerinde yaratmayı hedeflediğiniz en büyük etki nedir? İstanbul’un bu festivalde özel bir yeri olduğunu hissediyorum. Sizce Fringe Festival, İstanbul’da sanat ve izleyici arasında nasıl bir köprü kuruyor?

En temel anlamıyla ilham almak, ilham vermek, o bir hafta boyunca farklı kültürel arka planlardan insanların coşku ve cesaretle bir araya geldiği, dönüştürücü bir deneyim yaratmak. Fringe festivalleri bulundukları şehirlere göre kimlikleniyor ve şehirleri kimliklendiriyor. Bizim için de İstanbul’a köklenmek, şehirle özdeşleşmek, şehri bir oyun alanına çevirip normalde gitmediğimiz mekanlarda başka türlü yaşanmayacak deneyimler yaratmak hep çok önemli oldu. İstanbul’un içinde o kadar çok farklı katman var ki, semtten semte dünyalar değişiyor. Hepimiz İstanbul’da ulaşımın zor ve kaotik olduğunu biliyoruz; ama yine de bu nedenle bizim için şehrin her yerine yayılmaya çalışmak önemli.

İstanbullu bir ekibiz. Bunu İstanbullu olmakla kastettiğim burada doğup büyümüş olmak değil. Paris için Paris’te doğan değil yeniden doğan Parislidir denir. Bence İstanbullu olmak da İstanbul’a duyulan aidiyet, kendini burada yerel hissetmek. Hepimizin bugün olduğu insanda İstanbul’da yaşadığımız ilk gençlik yıllarının izi var. İyisiyle kötüsüyle. Hepimiz de bu şehre tutkuyla bağlıyız ve şehrin bizatihi kendisinden de çok ilham alıyoruz.

Sanat ve izleyici arasında alışılagelenden daha yakın ve dolaysız bir etkileşim kurduğunu söyleyebilirim. Geçen sene Moda’da Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda bir açık hava gösterimiz vardı. Orada ileri yaşta bir amcanın nasıl çocukluğuna dönüp heyecanlandığını gördüm. Sıcağa rağmen bastonuyla yarım saat ayakta durdu, alkışladı, yüksek sesle tepkiler verdi. İtalyan bir ekipti. Aynı dili konuşmasalar ve büyük ihtimalle o amca bir fiziksel tiyatro izleyici olmasa da tamamen o duygulanımın içine girdi. Bu etkileşim bazen bu kadar basit, performans sanatlarının sadece ayrıcalıklı bir zümrenin kültürel sermayesiyle anlayabildiği bir şey olduğunı düşünmüyoruz.

Pandemi de Fringe Festival devam etti. Bizde Sanat Mecmuası olarak yakından takip ettik. Pandemi sonrası dönemle ilgili de sormak isterim. Sanat etkinliklerine katılım pandemi sonrasında nasıl şekillendi? Bu süreçten öğrendikleriniz doğrultusunda festivalde ne gibi yenilikler oldu?

Pandeminin hemen sonrasında 2021’de festivali yarı online yarı fiziksel olacak şekilde hibrit bir formatta organize ettik. İnsanlar hala kapalı alanlara girmeye çekiniyordu ve sınırlamalar vardı. O nedenle zaten kültür politikamız doğrultusunda olan açık alanları tercih ettik. 2022’de fabrika ayarlarına döndük ve insanların birlikte olmaya, o canlılığı ve coşkuyu paylaşmaya ne kadar hasret kaldığını hep birlikte deneyimledik.

Bugün hastalık korkusunun sanat etkinliklerine katılım üzerinde pek bir etkisi kalmadı; ancak pandemi bütün dünyada kültür ve sanat kurumlarını kırılganlaştırdı. Bunun sebebi de o dönemde yaşanan ekonomik güçlüğün etkilerinin hala sürüyor olması sanırım.

İstanbul Fringe Festivali’nin dünya genelindeki diğer Fringe festivalleriyle iş birliği nasıl ilerliyor? Farklı şehirlerdeki festivallerden ilham alıyor musunuz? Yurt dışındaki diğer Fringe festivalleriyle nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Başından beri World Fringe Network üyesiyiz. Festivallerin birbirinden haber aldığı, deneyim paylaştığı ve sanatçı ağlarını paylaştığı platformlar var. Genellikle bir Fringe festivale katılan sanatçı, diğerlerinden de bu şekilde haberdar olup başvuruyor. Bireysel olarak özellikle iletişimde olduğumuz Fringe festivaller var. Emre sanatçı olarak Stockholm Fringe’e katılmıştı, en baştan iletişimde olduğumuz festivallerden biri.

Partnerlik ve Sponsorluk sorumlumuz Zeynep Demir Erasmus yaparken Prag Fringe’de çalışmış, onun aracılığıyla onlarla da bir ilişkimiz var. Amsterdam Fringe yakın olduğumuz festivallerden. Yürütücü Direktörümüz Denizhan Çay her yıl festivale katılıp jüri arasında yer alıyor. Amsterdam Fringe’le bir Hollandalı-Türk sanatçı sirkülasyonumuz var. Ben geçtiğimiz yıl Milano ve Catania’da gerçekleştirilen Italia Fringe/Off’a katıldım. Burada Akdeniz’de bir Fringe festival ağı kurmak üzere çalışmalara başladık. Her yıl Türkiye’den bir işin İtalya’ya, İtalya’dan bir işin Türkiye’ye gelmesi için bir partnerlik başlattık.

Ben bu yıl bir de Selanik Fringe’e katıldım. Orada izlediğim The Flood bu sene festival programında yer alıyor. Her Fringe çok kendine özgü, bambaşka dinamikleri var ve özellikle herkesin “Fringe”den ne anladığını, neyi “fringe” bulduğunu tartışmak çok kafa açıcı oluyor. Her gittiğimiz festivalde ilham aldığımız bir şey mutlaka oluyor.

Son olarak, sizin için bu yılın en heyecan verici performansı nedir? Festivalin sürprizlerinden veya izleyiciyi en çok etkileyeceğini düşündüğünüz etkinliklerden biraz bahsedebilir misiniz?

Bu yıl en heyecanla beklediğim performans 15 Eylül’de ilk defa birlikte çalıştığımız Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahne’de Tayvan’dan Shinehouse Theater’ın The Whisper of the Waves. Öncelikle şimdiye kadarki en geniş katılımlı etkinliğimizi gerçekleştirmenin heyecanını taşıyoruz. Tayvan’dan yükselen ve dünyada yankı uyandıran genç dalganın örneklerinden Whisper of the Waves, insanlığın bu en temel sorularından yola çıkıyor. Edinburgh ve Prag Fringe festivallerinde şiirsel yapısıyla seyircilerin yoğun, duygu dolu ve etkileyici olarak tanımladığı gösteri, bizi en temel ihtiyaçlarımızdan birinde buluşturuyor: Bağ kurmak. Whisper of the Waves çok insanı bazı sorulardan yola çıkıyor: İçinde bulunduğumuz çağda bütün belirsizliklerin ve zorlukların ortasında nasıl hayatta kalıyoruz? Nasıl gündelik hayatımızı sürdürüyoruz? Bizi ne ayakta tutuyor? Ne devam etmemizi sağlıyor? Gösterinin çok büyüleyici bir görselliği var. Bu sabah Prag Fringe’in direktöründen “Whisper of the Waves çok uzun yıllardır izlediğim en iyi şey, inanılmaz, bayılacaksınız!” diye bir mesaj aldım, beklentim iyice yükseldi.

Yıllardır çok severek çalıştığımız festival mekanımız ENKA Sanat’la bu sene ilk defa bir iş birliği yaptık. 17 Eylül’de ENKA Oditoryumu’nda sahnelenecek, ünlü Japon ressam Katsushika Hokusai’nin hayatından yola çıkan The Life of Hokusai heyecanla beklediğimiz bir gösteri. Bu sıra dışı performans, ünlü Japon ressam Katsushika Hokusai’nin hayatındaki iç çatışmaları, dans ve dövüş sanatlarının bir karışımı olan geibu aracılığıyla tasvir ediyor. Performans, sanatçının hayatından zorlu bir dönemini yansıtırken, eserlerinin devasa bir “canlı projeksiyona” yansıtılması ile izleyicilere büyüleyici bir görsel deneyim sunacak.

Japanese author, artist and actor Katsumi Sakakura performs “The Life Of Hokusai” at Arena Del Sole Theater on June 29, 2023 in Bologna, Italy. (Photo by Roberto Serra – Iguana Press/Getty Images)

European Festivals Associations EFFEA Emerging Artists Fund’la ödüllendirilen “Dünya Maskara, Istanbul Fringe Festival, Dance Laboratory Rhodes ve Dance Days Chania iş birliğinde gerçekleştirdiğimiz ortak bir proje. 21 Eylül 16.00’da Arter’de olacak. Festivalin bitişinde 22 Eylül’de de Türk ve Yunan ortak hafızasına bakan bu işi, İstanbul’da benzer bir temaya sahip çok ses getiren “Büyük Zarifi Apartmanı” oyunun yaratıcıları Anna Maria Aslanoğlu ve İlyas Özçakır’la birlikte Büyük Zarifi Apartmanı’nda, İstos Sahne’de konuşacağız. Ardından İstos Korosu’nun şarkılarını dinleyip festivalin altıncı yılını  kapatacağız.

Foto : Jonas Bilberg-Heartquake

Singapur’dan Decadance Company’nin gösterisi olan The 11th Hour, “Death to Duets” ve “四” tematik bir çiftli gösteri olarak festival programında yer buluyor. Ölüm konusunu ve sonrasında ne olacağına dair eskimeyen spekülasyonları hicivli bir şekilde ele alan karanlık bir dans komedisi. Temasından yola çıkarak bu gösteriyi 20 Eylül’de Kadıköy Belediyesi Alan Kadıköy’de saat 22.30’da başlayacak bir gece seansı olarak kurguladık. Ölümden sonra hala bir şekilde var olabileceğimiz fikrini kurgulamak için iyi yerler, kötü yerler, vampirler, hortlaklar, hayaletler ve zombiler hakkında hikayeler uydurulan bu gösteriyi 20 Eylül’de Kadıköy Belediyesi Alan Kadıköy’de 22.30’da başlayacak bir gece seansı olarak kurguladık.

Yunanistan’dan The Black Matter Productions’ın gösterisi The Kitchen Dance, açılıştan sonra 18 Eylül’de Eksibir’de olacak. Çıkışında da Hamson Apartmanı’nda Seda Erciyes ve Particles’ın sahne alacağı her sene çok beklenen Fringe partimiz var.

Sanat Mecmuası okurlarına demek istediğiniz, eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Sanat ve yaratıcılık etrafında buluşup nefes almak isteyen herkesi festivale bekliyoruz! Biletler tükenmek üzere, tiyatrolar.com.tr üzerinden yerinizi ayırabilirsiniz.

Röportaj: Berker Mehmet Korkmaz

Scroll to Top