Mükemmel Olma Telaşı ve Kusurları Kucaklamak

Günümüz dünyasında, her şey bir “daha iyi” olma çabasının etrafında dönüyor. Herkesin peşinde olduğu o ulaşılmaz mükemmellik… Sosyal medya akışlarında boy gösteren parlak hayatlar, “nasıl daha mutlu olunur” diyen kişisel gelişim kitapları, daha çok üretmemizi, daha iyi olmamızı söyleyen iş hayatı rehberleri… Her köşede, içimizde o gizli sesi uyandırıyorlar: “Yetmiyorsun.” Kendimizi sürekli eksik, daha fazlasını yapmak zorunda hissettiğimiz bu dünyada, insanın gerçekten “kendi” olabilmesi mümkün mü?

Belki de mükemmel olmaya çalışmanın yorgunluğu içimize işliyor. Zihnimizde daima kendimize yetmeme korkusu var, tıpkı toplumun onayladığı kalıplara uymayan karakterlerin taşıdığı gibi. Albert Camus’nün Yabancı’sındaki Meursault, hayatının her noktasında toplumun ondan beklediği rolü reddediyor. Onun çevresindeki herkes gibi olmaya çabalamaması, hissetmesi gereken “doğru” duyguları hissetmemesi, onu toplumun gözünde bir yabancı yapıyor. Meursault, annesinin ölümünde gözyaşı dökmüyor, sevgili seçimini toplumsal normlara göre yapmıyor, adeta “olması gerektiği gibi biri” olmayı reddediyor. Ama işte bu reddediş, onu “gerçek” yapıyor. Meursault, kusurları ve eksiklikleriyle bir karakter olarak hayat buluyor. Onun eksiklikleri, kusurları, toplumun koyduğu kurallara uymayan hâli; insan olmanın karmaşıklığını, kabul edilemezliğini ve en önemlisi, mükemmel olma arzusunun sınırlarını gösteriyor.

Sanat da edebiyat gibi kusurlara kucak açıyor. Frida Kahlo’nun tuvalde kendini yeniden inşa ettiği resimleri geliyor aklıma. Her fırça darbesinde saklanmamış bir acı, tüm çıplaklığıyla gösterilen bir yara var. Kahlo, yaşam boyu süren acılarına rağmen kendini saklamıyor; aksine, bu acıları sanata dönüştürerek kendini ifade ediyor. Onun “kusurlu” ve “acı dolu” otoportreleri, mükemmeliyetin ne kadar yanıltıcı bir beklenti olduğunu hatırlatıyor. Van Gogh’un yıldızlı gökyüzünü ya da Munch’un çığlık atan figürünü düşündüğümüzde de aynı duyguyu hissetmiyor muyuz? Kargaşa, acı, eksiklik ve hatta delilik… Bu duygular, mükemmellikten çok uzak, ama bir o kadar insani.

Sanat ve edebiyat bize mükemmel değil, kusurlu bir dünya sunar. Çünkü insan olmak, düzensizlik ve karmaşayı kabul etmektir. Belki de bu yüzden sanatı bu kadar içten ve sarsıcı buluyoruz. Mükemmellik arayışı bizi yalnızlaştırır; oysa kusurlarımız bizi başkalarına bağlar, hikayelerimizi anlamlı kılar. Örneğin, Bir Delinin Hatıra Defteri’ndeki karakterin toplumla olan çatışması, deliliğin arkasına gizlenmiş o içsel yalnızlığı… Gogol’un yarattığı bu karakter, toplumun “doğru” ve “mükemmel” kabul ettiği her şeyden uzaklaşarak, yalnızlığın ve çatışmanın merkezinde yaşar. Bu karakter bize, kendi kusurlarımızla yüzleşmenin, onları kabul etmenin bir yolunu göstermiyor mu?

Belki de hepimizin ihtiyacı olan, kusurlarımızla var olmaya izin verecek bir alan yaratmak. Hayatta her şeyin “en iyisini” yapma baskısından uzak, olduğumuz hâl ile barışmak. Çünkü kusurlarımızı kabul ettiğimizde, insan olduğumuzu, eşsiz ve kendimize ait olduğumuzu hatırlarız. Sosyal medyada kusursuz bir hayat sergilemek yerine, içimizdeki çatışmaları, içsel yaraları, insan olmanın o dağınık yanını paylaşmayı denesek?

Sanat ve edebiyat, bizden mükemmel olmamızı istemez; tam aksine, kim olduğumuzla var olmamızı söyler. Onlar sayesinde, kusurlarımızla barışık, yaralarımızla, eksikliklerimizle var olabiliriz. Ve belki de insanın gerçek hikayesi, mükemmellik arzusunun ardında değil, o kusurlarda saklıdır.

Esra Doğan Korkmaz


kusurlar, mükemmeliyet, sanat, edebiyat, Frida Kahlo, Albert Camus, Meursault, toplumsal eleştiri, insan olmak, bireysellik, Gogol, Van Gogh, Munch, kusurlarla barışmak, kişisel gelişim, toplumsal normlar, kendini bulmak, yaratıcılık, sanat ve yaşam, anlam arayışı, sosyal medya eleştirisi,

Scroll to Top